Geçtiğimiz hafta sonu yapılan yerel seçimler tüm yorumcuların da işaret ettiği gibi normal bir yerel seçimden ziyade bir çeşit ara seçim ve güven tazeleme operasyonu şeklini aldı. Çok az istisna dışında çoğu tahminler tüm imkanları seferber etmiş olan iktidarın az da olsa bir farkla seçimlerden galip çıkacağı ve bu şekilde Cumhurbaşkanı Erdoğan’a anayasayı değiştirip iktidarını süresiz uzatma kapısının açılacağı yönündeydi. Doğrusu ben de rahmetli Süleyman Demirel’in son günlerde sık sık hatırlatılan “boş tencerenin götürmeyeceği iktidar yoktur” vecizesinin artık Türkiye’de geçerliliği kalmadığını, özellikle AKP seçmeninin desteklediği partinin performansına bakmadan dini kimliğine göre hareket ettiğini, dolayısıyla iktidarın kendi eliyle yarattığı ekonomik buhranın seçmen tarafından bir yaptırıma yol açmayacağını düşünüyordum. 2019 seçimlerinden farklı olarak muhalefet partilerinin de bu defa seçimlere ayrı ayrı girmesi 1994 yılında şimdiki Cumhurbaşkanının %25 oyla İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına seçildiğini hatırlatmış ve aynı şeyin tekrarının gerçekleşmesi endişesini yaratmıştı.
Görebildiğim kadarıyla dış dünya da iktidarın bu seçimlerden galip çıkacağını ve bir anayasa değişikliğinin muhtemel olduğu görüşündeydi. Mevcut rejimin uzunca bir süre devam edeceği kanaati yaygındı. Hesaplar ona göre yapılıyordu.
Şimdi apayrı bir konumda buluyoruz kendimizi. İktidarın anayasa değişikliğini gündeme getirmesi kanaatimce bundan sonra biraz zor. Aynı şekilde de seçimleri bir yıl öne alarak Cumhurbaşkanına mevcut anayasaya göre son bir kez seçilme imkanı verme yolu da en azından şimdilik kapandı. 2023’te CHP ile kurdukları ittifak sayesinde TBMM’ne giren ancak bu son seçimlerde hiçbir iz bırakamayan DEVA, Gelecek ve Saadet milletvekillerinin erken seçime evet demeleri için bir neden yok. İyi Partinin de dağılma ihtimali çok kuvvetli. Olası genel seçimlerde yeniden seçilecekleri şüpheli olan İyip milletvekillerinin erken seçime evet demeleri şüpheli. Hepsinin de AKP tarafından devşirilmesi ve koltuk garantisi alması de pek olası değil sanırım. İktidar DEM ile anlaşma yoluna giderse, MHP desteğini kaybetme riski ile karşı karşıya kalacaktır. En azından şimdilik bu kapının da kapalı olduğunu söyleyebiliriz.
Dolayısıyla önümüzde bir belirsizlik dönemi olduğunu söylemek mümkün. İktidar bazı yorumcuların dikkat çektiği şekilde “topal ördek” durumundadır. Önünde dört yıllık bir dönem ancak devasa bir kriz var. Krizden çıkış ancak ciddi bir kemer sıkma politikasıyla mümkündür. Benim nesilden olanlar 2001 krizinden Kemal Derviş reformları sayesinde nasıl çıktığımızı hatırlarlar. Ancak bu reformlar IMF ve uluslararası sermaye sayesinde kısa zamanda meyve vermiş ve ekonomi 10 yıla yakın devam eden düzlüğe çıkmışsa da, zorunlu olan kemer sıkma politikaları neticesinde o zamanki koalisyon hükümetindeki tüm partiler 2002 seçimlerinde barajın altında kalmışlar, daha da ötesi o dönemlerde ülkeyi yönetmiş olan partilerin liderlerinin hepsi -MHP’ninki hariç- siyasete bir daha dönmemek üzere veda etmişlerdi. AKP aynı tecrübeyi yaşamak istemeyecektir. Üstelik bu defa yapılacak olası reformlara en azından şimdilik IMF desteği gözükmüyor. IMF programı dışında uluslararası sermayenin ülkemizde yatırım olanaklarına şüpheyle bakması şaşırtıcı olmayacaktır. Yani halka ödetilmesi gerekecek bedel 2001-2002 dönemindekinden daha yüksek olacaktır. Siyasi kariyerini popülizm üzerine bina etmiş iktidar için bu yol pek iç açıcı bir perspektif taşımamaktadır.
2001-2002 kriz dönemi ile bugün arasındaki diğer önemli bir fark da o zaman ülkemizin Batı ile ilişkilerinin çok ayrı bir mecrada olmasıdır. Türkiye 1999 yılında AB’ne üye adayı olmuş, katılma müzakerelerine bir an önce girmek için koalisyon döneminde başlayan ve AKP iktidarıyla devam eden iddialı bir siyasi reform sürecine girişmişti. Bu reformlar Türkiye’yi AB üyelik müzakerelerine başlamak için gerekli Kopenhag siyasi kriterlerine yaklaştırmış ve ülkemizin AB ile bütünleşme sürecinin geriye dönüşü olmayan bir mecraya girdiği kanaatinin yayılması sayesinde yabancı sermaye girişleri çok büyük süratle daha önce ve daha sonra hiç görülmemiş bir düzeye ulaşmıştı. Bugün o noktada olmadığımızı, reformların tersine çevrildiğini, Avrupa ve evrensel değerlerden bir hayli uzaklaştığımızı bilmeyen kalmadı. Hukuk güvencesinin tamamen kaybolduğu bir ülkeye yatırım yapmak isteyenlerin sayısının çok fazla olmaması şaşırtıcı değildir tabii.
İktidarın önünde bence ülkenin istikbali açısından tek bir seçenek var. Batı ile barışıp, mümkünse IMF ile anlaşıp, kısa sürecek bir kemer sıkma politikasından sonra gelecek yabancı sermayenin yardımıyla ülkeyi düzlüğe çıkarıp dört yıl sonra yapılacak seçimlere yüzünün akı ile girmek. Ne yazık ki bunu yapacaklarından emin olamıyorum. Bunu yapmadıkları takdirde ülke önümüzdeki dört yıl içinde yüksek enflasyon ve durgunluk (stagflasyon) içinde kıvranır. Böyle bir ortamda üstelik Cumhurbaşkanı Erdoğan olmaksızın girilecek bir seçimin 2002’in bir tekrarı yani AKP’nin kaybolup yepyeni bir oluşuma yerini bırakmasına yol açması ihtimali çok kuvvetli gibi geliyor.
Mevcut dış politikanın ihtiyaç duyulan kaynakları sağlamadığı açık. Körfez ülkelerine yapılan sayısız müracaat arzu edilen neticeyi vermedi. İktidarın Hamas’a verdiği koşulsuz destek, bu örgütü Müslüman Kardeşlerle ve Suudi Arabistan ile bir dönem Birleşik Arap Emirliklerinin alenen savaştığı Yemen’deki Husilerle ilişkilerinden dolayı rejimleri için tehdit olarak gören Katar hariç Körfez ülkeleri ülkemize sıcak bakmasını engelliyor. Rusya’nın dertleri bir hayli büyük. Süresi uzatılan ve 20 milyar dolara varan gaz borcunun ne zaman ödeneceği açıklanmadı. En azından ben görmedim. Üstelik, Batının baskısı nedeniyle Rusya ile ticari ilişkilerimizin sekteye uğradığı, bankaların uygulamak zorunda olduğu yaptırımlardan dolayı ihracatımızın süratle azaldığı bir ortamda Rusya’dan kaynak beklemek pek doğru olmaz. Kaldı ki iktidarımızın ABD’ye yanaşma teşebbüsleri de şüphesiz Rusya diktatörü Putin’in dikkatinden kaçmamıştır. Sayısız defalarca ertelenen Türkiye ziyaretinin neden gerçekleşmediğinin nedenlerini orada aramak doğru olur.
Dış dünyanın da artık ülkemizin bir geçiş döneminde olduğuna kanaat getirdiğine şüphe yok. AB’nin ülkemizle ilişkilerde normalleşmeye gitmek için öneriler içeren Yüksek Temsilci Borrell’in Kasım 2023’te sunduğu raporu bir türlü ele almamış olması mevcut iktidarla bir yere varılamayacağı kanaatine bağlamak mümkündür. Seçimlerden sonra bu kanaatin Brüksel ve başkentlerde kuvvetlenmiş olacağına ve beklemenin en iyi yol olacağına inanılmakta olduğunu tahmin etmek zor değil. Bu kanaati değiştirmenin tek yolu iktidarın önünde kalan yıllarda AB ile ilişkilerde normalleşmenin olmazsa olmazı olan insan hakları, hukuk, demokrasi ve ayrıca Kıbrıs sorununda beklenen bazı adımları atmasıdır. Ancak bunları yapacağına inanmak pek kolay değil. Oysa artık üniversitelere kadar yayılmış olduğunu basından gördüğümüz KKTC’deki her türlü yolsuzluk ile hukuksuzluğun önüne geçmenin tek yolunun adil ve kalıcı bir çözümle KKTC’nin uluslararası topluma dahil edilmesi olduğu her gün daha açık bir şekilde ortaya çıkıyor.
Seçimlerden sonra artık yıllardır ilk defa inandırıcı bir iktidar alternatifi konumuna gelen CHP’ye ilgi dışarıda da şüphesiz artacaktır. Ne yazık ki uzun yıllar boyunca CHP liderliği dış dünya ile ilişkilerini çok sınırlandırdı. Sanırım iktidar tarafından ülkeyi yabancılara şikayet etme suçlamasıyla karşılaşma endişesiyle özellikle Kemal Kılıçdaroğlu yönetimin bir çok alanda olduğu gibi dış ilişkilerde gösterdiği çekingenlik yeni yönetim zamanında değişmiştir. Yine de önümüzdeki yıllarda başta ABD ve AB ülkeleriyle ilişkiler olmak üzere iktidara geldiklerinde takip edilecek dış politikayı belirlemeleri ve Türkiye’nin karşılaştığı dış politika sınamaları hakkında yabancı muhataplarını bilgilendirmeleri her zamankinden daha fazla önem taşıyor. Bunu yaparken de iktidarın hamasi dilini bir kenara bırakarak akılcı ve makul bir çizgi benimsemesinde sonsuz yarar var. Yerel seçimlerin ispat ettiği bir çok şeyden biri hamasi dilin artık kamuoyunda pek alıcısı olmadığıdır.
CHP için büyük şans gerek TBMM’de, gerek İstanbul Büyükşehir Belediyesinde deneyimli eski diplomatlara sahip olması ayrıca çok değerli akademisyenlerin de partide olmasıdır. Bu ekiple akılcı bir dış politika geliştirmek zor olmayacaktır. Ancak bunu yaparken Genel Merkez ile İBB arasında bir rekabet ortamı değil, sıkı bir işbirliği imajını muhafaza etmenin olmazsa olmazların başında geldiğine şüphe yok.